Turgut Akkuş
Artvin’de köyler bulundukları yükselti ve iklimin etkisine göre adlandırılır. Bu köyler genel olarak dağ köyleri ve sevayil köyleri şeklinde bilinir. Dağ köylerinin en belirgin özelliği evlerin topluca, bir arada olmasıdır. Sevayil köylerinde ise evler genellikle dağınıktır. Köylüler kendi bağları, bahçeleri, arazilerinin içinde yerleştikleri için evler evlere, komşular diğer komşulara uzak uzak yerleşiktir. Dağ köylerinin arazileri hayvancılığa elverişli olduğundan susuz tarım yapılır. Dağ köylerinde işler arpa, buğday ekimi; ot, sap saman işleridir. Yüksek köyler yaz aylarının çok zahmetli işlerini atlarıyla, öküzleriyle, traktörleriyle yaparlar. Bu köylerin kış ayları da çok ağır geçer. Yaz aylarının iş yoğunluğundan, kış aylarının ağır geçmesinden şehre ulaşım imkânları kısıtlıdır. Bu köylerden insanlar ancak ayda, haftada bir veya önemli işleri oldukça şehre gelirler. Köylülerin bir de hafta günlerinde şehre gelmeleri vardır. Daha çok sevayil köylerinden, eskiden uzun sefer yollara giden açık kasa kamyonların üzerlerinde, hafta günlerinde şehre gelinirdi. Köy servisleri, yolcuları kadar siparişleriyle de dolu olurdular. Köylerin isimleriyle, şoförlerinin isimleri birlikte söylenirdi. Gülücan’ın servisi Hüseyin, Zekeriya’nın servisi Öner, Geçitli’nin servisi İlhan, Geleşe’nin servisi Köksal, Kılacet’in servisi Tarık, Sağre’nin servisi Ali Dayı, Kaptağor’un servisi Selim, Irmakların servisi Abbas, Faik, sonra da Servet diye bilinir tanınırlar. Başka yerlerin isimleriyle de öyle; Bağlıca’nın servisi Abdullah, Kaçkal’ın servisi Süleyman gibi. Ardanuç’un en uzak, köylerinden üçırmaklardan da traktörler gelirdi.
Sevayil köyler Çoruh Nehri’ne kıyısı, yol kenarına yakınlığı olan daha alçaktaki köylerdir. Artvin ve ilçelerinden diğer illere giden yolların güzergâhlarında olmaları da sevayil köyleri merkez haline getirmiştir. Çoruh Vadisi üzerinde, kenar kıyılarında kalan, bol meyve, sebze yetiştirilen sevayil köyler; Avcılar, Gümüşhane, Soğanlı, Sirya, İşhğabil köyü, Narlık, Tolgom. Bunların her birisinde sulamaya bağlı tarım yapılıyordu. Tohumundan ekim dikimine kadar, üretiminden pazarlamasına kadar. Sevayil köylüleri, kendi el emekleriyle döktükleri alın terleriyle yaptıkları çalışmalarla, lezzetli doğal meyve, sebze yetiştiriyordu. Sevayil köylerinde yıl 12 ay çalışılır. Kara kış ve gücük aylarında biraz yavaşlama oluyorsa da sevayil köylerde işler hiç bitmezdi. Çalışmalar hep insan gücüne dayanırdı.
Topraklar, küçük ve parçalı olmasından dolayı kıymetliydi. Araba yolları için arazi kıyılamadığından her zaman patika yollarla, insan ve hayvan gücüyle yük taşınıp idare edildi. Sevayil köylerinde, köylülerin ellerinden ne bir kazma ne de bir çapa düşerdi. Fasulye, mısır salatalık, domates ekerler. Bunların çapaları, sulama zamanları gelir. Bağların, bahçelerin otları biçilir. Bağlar, bahçeler sulanır. Gece fenerin ışığıyla su nöbetini sulayan köylülerimiz vardı. Fasulyelerin toplanma zamanları gelir. Onların zamanları da gelir geçer, incirler yetişir, şeftaliler gelir derken, “İpin ucu bir kaçtı mı daha toplanmaz.” derler.
Çukurova’nın meyve, sebzesi Türkiye için ne ise Çoruh Vadisi de Artvin için öyleydi. Çukurova ne kadar kıymetli ve verimliyse Şavlot da, Şurmak da Artvin için o kadar kıymetli, verimliydi. Artvin’e yeten meyve sebzelerin bir kısmı da Ardahan’a, Rize’ye ise ayşekadın fasulyesini satarlardı. Samsun Çarşamba’dan gelen ucuz fasulyelerin önünü bizim yetiştirdiklerimiz keserdi. Rizeli tüccarlar kapora vererek akşama kadar Artvin fasulyesi toplatırlardı. Avcılar köyünde olan yeğenlerinden fasulyeleri toplatıp aldığını, fire veren fasulyelerden zarar edeceğini bilen Ardahanlı ihtiyar adam Şevki, Artvin-Ardanuç karayolundan Çoruh Nehri kıyısına yakın Avcılar köyünün Şavlot mahallelerinde olan yeğenlerine karşıdan bağırır ki; “Ola Âdem ola Abdullah, Emrullah gelin de miraslarızı geri alın, baba mallarızı aldık, kötü mü olduk?” der. Bunu da köylüler diline dolamıştır: “Gelin de miraslarızı geri alın.”
Köylüler, iki yerli bir hayat yaşamakta. Köylü insanların işleri doğal olarak çiftçilikledir. Bir ayağı dağda yaylada, diğeri bağda bahçede. Bununla beraber mezraların işlerini de kış aylarına kadar yerleştirmesi gibi zor, ağır işleri vardır. Bir de şehirde okuyan öğrenciler varsa, dedaber de denilen neneler de çocukların başına büyüklük için şehre gönderirdiler. Köylülerin yaz aylarında dağlara, yaylaya şaşortlu çıkacak kadar malları, davarları, koyunları olur. Köylerde de tarlalar, çayırlar, bağlar, bahçelere kadar yapılacak birçok işleri vardır.
Köyde ailenin her ferdi alandadır, bir işten sorumluluk duyar. Köylü çocuklar köyün dağlarında, bayırlarında mala davara çobandırlar. Kadınlar, genç kızlar tarlalarında çayırlarında rençberdirler. Köylünün neneleri, koca karıları ya yaylalarında şaşorttur veya şehirde öğrencilerin başına akıllılık eden, işi gücü biten dedeberlerdir. Her iş köylü adamların omuzlarındadır, dağa gedilecekse giderler, bağa gidilecekse giderler, şehre gidilecekse giderler, çayır biçilecekse biçerler. İşlerin ne kadar sıkıntıda olduğunu belirten “Ben ağaçtan adam yapmaya çalışıyorum” deyimi bu durumu anlatır.
Şu bir gerçektir ki köylü toplumlar, insan yetiştirirdi. Toplum içinde kendilerine bir söz getirmemek ve aklıselim yaşamak için atalarının, dedelerinin ayak izleri takip ederek olgunlaşan bir nesil yetişirdi. Herkes, herkesin ya bir sülalesindendir ya yakın bir akrabasındandır veya komşularındandır. Köylerde söz geçer, naz geçer laf dinlenirdi. Dolayısıyla ata dede yaşanmışlıkları, hikâyeleri de topluma söz geçirmede, laf dinletmede etkilidir. Geçmişten geleceğe doğru, toplumdan topluma aktarım söz konusudur. Köy yaşamlarında yazılı kanunlardan evvel gelen gelenekler görenekler vardır. Bazen toplumun huzurunu kaçıranlara, atalarının, dedelerin hatırını da sayıp “Sahibinin hatırına itine taş atılmaz.” deyimiyle yaşlıların tecrübeleriyle bir hal, bir yol bulunur, her sorun kendi içinde çözülürdü.
Köylü olmanın bir güzelliği, bir başka ahengi vardır. Dağına varırsın, muhteşem görüntüsüyle neşesi meşesi vardır. Tarlalarına, çayırlarına gidersin sohbetli şenlikli havası vardır. Ekine, sapına gidersin yardımı vardır. Harmana girersin, harman makinasına sapı komşusu atıyor, akrabası da makinanın kolunu çeviriyor. Köylerin neresine gidersen git neresine varırsan var köylünün şenliğiyle yorgunluğu hep beraberdir. Köylüler oğlanlarını evarurlar, kızlarını köçürürler. Düğünlerini evlerinin harmanlarında yaparlar. Köylünün yediden yetmişine herkesi düğüne davet edilir. Tam halka gibi yuvarlak olan harmanın düzlüğüne, oturak tahtalar konur, üzerine cecimler sererler. Düğüne gelen hısımlar, akrabalar, konu komşular, oğlan tarafıyla kız tarafı birlikte otururlar. Harmanda yemek için kurulan masalarda misafirler yemeğe davet edilir. Kuru fasulyeden, pilavdan başlanır. Loğumla birlikte… Reçel, hoşaf servisi yapılır. Ardından ilk oyun oynamasını düğün sahibinin etrafı olanlar oynarlar. Oyun oynama sırası karşı tarafın makarına gelir. Köylünün delikanlıları, köylerinin kızlarını kolayca vermemek için karşı tarafın sağduçundan, düğün sahiplerinden hudut parası, rakı parası, koç parası, adet üzere isterler. Bir miktar da gelin için ayırırlar. “Kız kapısı naz (kale) kapısı.” Gelin baba evi eşiğinden son çıktığında ev bir tarafadır, gelin olup giden kız bir tarafadır.
Artvin’den Göçler, Barajlardan Sonra Değişen Hayat ve Kültür
Eskiden etrafıyla kavga edenler, kardeşleriyle komşularıyla küsenler, geçim zorluğu çekenler, köylerine kentlerine sığamayanlar, köylerini kentlerini terk ederek muhacir olma yoluna giderlerdi. Artvin’de köylerinde oturan genç neslin imkânsızlıkları, işsizlikleri görmeleriyle göçler de başladı. Göç veya muhacirlikte köylü köylüsünü, komşu komşusunu peşinden sürükleyerek götürdü. Barajlar, dolayısıyla da yapılan kamulaştırmalar sonrası, sevayil köylüleri ağırlıklı olarak Bursa’ya, İzmir’e, Samsun ve diğer illere göç ettiler. Köyler birer birer boşaltıldı. Devletin köylerde desteklediği projelerin, kredilerin yerini bulmadığı; takibi yeterli yapılmadığından da köylüleri, gençleri geriye döndürecek akıllı projeleri bu zamana kadar henüz görmedik.
Devlet Su İşleri Çoruh Nehri üzerine kurduğu devasa barajlarını yaptığında Çoruh’un kıyılarındaki meyveli, sebzeli sevayil diye adlandırılan kıymetli, verimli 19 köy sular altına bırakıldı. O köyler altın yumurtalayan tavuklardı. Devletin kanunlarının önüne geçilmesi de söz konusu değildi. Tarihimizi, kökümüzü, gelmişimizi, geçmişimizi bu devlete vermişken, atalarımızın, dedelerimizin bize bıraktıkları miraslara, karşılığı olmayan az bedellerle bizim köylerimize el koyuldu. Köylüler olarak şu noktada devletimize çok minnetimiz vardır. Böylesine dar bir çevrede temiz, doğal tarım yapılıyordu. Bu işi bilenler olarak mağdur olan çiftçilerimize hangi projeleri götürdüler de sizi destekleyeceğiz dediler! Bizim atalarımız, dedelerimiz, babalarımız kazmalarla küreklerle işleyerek bizlere bu yerleri bırakmışlardır. Devlet bize şunu deseydi olmaz mıydı? Sizler bu devlete ata dede topraklarınızı kıyıp verdiniz. Biz de size bugün hazine yerlerimizden hane başına toprak vereceğiz deseydi. Yabana mı giderdi? Yoksa o kadar köylüyü yerinde mi durdurmuş olurlardı? Ancak malından mülkünden olan köylüler, üç beş kuruş sıcak paranın kıskanılmasıyla karşı karşıya bırakıldılar. Barajlara kalan 19 köyün göç etmesi engellenseydi memleketimiz için bir kazanç bir zenginlik değil miydi? Hadi o olmadı onu da geçtim. Köylü kafası böylesi kültürel faaliyetlere aklı çalışmıyordu. Köylerimizin bir belgesel filmi bile yapılmadı. Aklımıza geldikçe, yâdımıza düştükçe köylerimize ait bir şeyler bulabilseydik. Gerçi daha zamanı da geçmemiştir. Devletimiz sesimizi duyarsa, bize toprak verirse, bize yardım ederse -ki bilsinler- köylülerimiz hasretle hazırda köylü olmayı bekliyorlar. “Evden çıkan ev kadar, köyden çıkan köy kadar yıkılırmış” sözünü hepimiz gurbette çok iyi anlamış olduk.
Köylerden göç aidiyet ve kimliğimizi nasıl etkiledi? Köylerden geldik şehirlere kültürümüzü geliştirdik, bireysel özgürlüklerimizi kazandık. Büyük şehirlere gelerek de eski köye yeni kanunlar taşıdık. Şehir kültürüne hızla alışarak tezden şehirli olduk. İlk olarak anne babalarla ev katlarını ayırdık. Özentiyi öğrendik, eskiyi attık, yeniyi takip ettik. O modadır bu modadır diye diye… Ona bakarak, buna bakarak kendimizi ateşten ateşe attık. Kavimleri, sülaleleri bunları geçtik. Tezden bölünüp parçalanarak düzene yetişmek, para kazanmak için adamlarımız bir işten gelirlerken hanımlarımız başka bir işe gidiyorlardı. Aileyi ihmal ederek unutmuştuk. Çocuklarımızın aile sevgisinden mahrum, aile eğitiminden yoksun, özgüvensiz olduklarını, aileden habersiz büyüdüklerini fark etiğimizde iş işten çoktan geçmişti. Toplum, sosyal medya denen dünyaya çoktan girmişti. Anında dünyanın bir ucundan diğer ucuna gitmek mümkün olmuştu. Telefon sadece konuşmaktan fotoğraf çekinmekten ibaret değildi. Yeni nesil Z kuşağının bir kısım gençleri de kendi başlarına başkalaşmış insanlar. Ne büyük biliyorlar, ne soy biliyorlar, ne kök biliyorlar. Ne köyü biliyorlar ne kasabayı biliyorlar. Hısımını akrabasını tanımıyorlar, tanımak da istemiyorlar. Hele birine bir şey de bakalım! Ah gidi kapalı toplum ah! İnsan yetiştiren toplumlardı. İnsanı kendi kültürü içinde eğiten bu hayatı köye gelip hatırlamak, yaşamak, kıymet bilmek nasıl olurdu?