Ana SayfaYayınKarçal DergisiÇoruh’un Getirdiği Öyküler

Bunları da beğenebilirsin!

Çoruh’un Getirdiği Öyküler

Kevser Ruhi

 

Kendimizi anlatmaya doğduğumuz yerden başlarız genellikle, benim de “kitabımı tanıtma” yazısına öykülerin doğduğu yerden, Borçka’dan başlamam lazım.  Biliyorum, insan kendi marifetini anlatmaz, anlatmamalı. Şık olmaz. Hatta ayıptır belki, biliyorum. Ama işte, bir biçimde bunu benim yapmam gerekti. İlk iki baskının üzerinden o kadar çok zaman geçti ki Saçları Deli Çoruh’a artık “dışardan” bakabiliyorum. Gönül rahatlığıyla kitap üzerine ahkâm kesebilirim. Bir adım daha ileri gider, Kul Nesimi’den de cesaret alıp şöyle diyebilirim hatta: “Ben melamet hırkasını kendim giydim eğnime, âr-ü namus şişesini taşa çaldım kime ne?”

Evet, başlayalım o zaman. Önce adı kondu bu kitabın. Öyküler ardından geldi. 

Yıl 2005 ya da 2006. Yollarda dura dura Borçka’dan Maradit’e (Muratlı) gidiyorduk. Neden dura dura? Biraz daha gerilere gitmem gerek. Artvin, hiç görmediğim ata yurdumdu. 2004 yılındaki ilk tanışıklıktan sonra aradaki açığı kapatmak istercesine yılda 3-4 kez Borçka’ya gider olmuştum. Her tarafı birden tanımak mümkün değildi elbette ama memleketimin görmediğim bir yeri kalmasın gayreti içindeydim. O yoğun gezilerimden birinde Maradit yolunda, Çoruh kıyısında verdiğimiz molada nehrin sularına bakarken birden şu cümle geldi dilime: “Saçları Deli Çoruh gibi avuçlarıma dökülen kadın…” Hemen not aldım. “Yeni kitabımın adı Saçları Deli Çoruh olacak,” diye yazdım yanına. O cümle orada, not defterimin sayfasında kaldı, yol devam etti.  

Heba’dan (Karşıköy) geçerken de durduk biraz. Bugün hâlâ gözümün önündedir çay fabrikasının hazin hali. Fabrika sulara gömülmüş, bacasının bir kısmı görünüyordu. Cami de aynı şekilde sulara gömülmüş, minarenin küçük bir bölümü suyun üzerinde kalmıştı. Çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Gördüğüm herkesten, geçtiğim her yoldan, içtiğim her sudan, gölgesinde oturduğum her ağaçtan etkilenmiştim zaten. Aldığım notların, belleğime kaydettiğim görüntülerin ak kâğıt üstüne yansıması olacaktı mutlaka. O hüzün bir öyküye sızacak, hatta bütün öyküyü ele geçirecekti: 

“Yakında Çoruh’a gem vuracaklar. Ölsem görmesem diyorum. Köyler boşaldı. Uzun bacalarıyla terk edilmiş çay fabrikaları da öyle mahzun, öyle garip duruyor. Su darıldı bize. Küskün bakıyor. Suskunluğu hayra alamet değil. Korkarım, laneti yıllar sonra vuracak. Kırgın, yaşlı bir kadın hüznünde, durgun göle dönüşmüş Çoruh’ta insanlar geçmişini arayacak yıllar sonra. Bu ırmağın deli zamanlarını, kendi eski zamanlarına katıp geçen günleri özleyecekler. Düşünsene, mazi diye bir şey olmayacak. Bu ev, evimiz de Çoruh’a karışacak.  Karşıya geçtiğimiz asma köprü, adımlarımızla sarsılmayacak artık; sabahları sesine uyandığımız bu nehir her yere dolacak…”

Ve sonra Batum’da, Keda’da, Borçka’da, Klaskur’da, Macahel’de, Murgul’da, Gürbin’de, Hopa’da, Şavşat’ta, Yusufeli’nde, Ardanuç’ta, Arhavi’de, Kemalpaşa’da, Artvin’de görüştüğüm güzel insanlar. Anıları, anılarımız, anlattıkları, anlatmadıkları, söylediklerinden benim anladığım, sabahlara ulanan gecelerin tortusu, günün ışığı, akşamın hüznü… Dağların bana anlattığı, sulardan dinlediğim türküler, ormanın aktardığı… Her şey öykü oldu sonra. İşte bu kadar kısa bir hikâyesi var bu kitabın. Ama öykülerin yazılması uzun sürdü. Defalarca gittim Borçka’ya. Dostlarım var olsunlar; atalarımın, dedelerimin yaşadığı yerlere götürdüler beni.  Mekânlar masalsıydı, insanlar masal kahramanı…  21. yüzyılda bir masalın içinden çıkıyor diğerine giriyordum. Nasıl bir bahtiyarlık!  Çok sevdim “memleketimi.” Atalarımın yurdu sevgimi karşılıksız bırakmadı, sayısız hikâyeyle doldurdu heybemi.  Birebir not aldıklarımı mı yazdım? Yazmak, bir inandırma becerisidir bence. Bu soruya Saçları Deli Çoruh’taki öykülerden biri yanıt versin:  

“Yazar yalanlar söyler. Gerçeği alır, sizin gerçeğiniz olmaktan çıkartır, paramparça eder, parçaları kafasına göre birleştirir, kendi gerçeğini yaratır. İnandırır. İnanmadığı sözler de söyleyebilir ama onları yazdıktan sonra hem kendi inanır hem sizi inandırır.”

Hasret tüm anlamlarıyla, tüm ağırlığıyla girdi Saçları Deli Çoruh’taki öykülere. Köylerini Türkiye ve Gürcistan arasında pay etmiş Macahel vadisi de her ne kadar hasreti çekilen mekân olarak yer alsa da hasretin öznesiydi bana göre. Vadinin hem o tarafı hem bu tarafı… Bu vadide, bu ilçede, -mekânı daha da büyütelim- bu şehrin tamamında yaşayanlar, yerel ama aynı zamanda evrensel bir konunun hem muhatabı hem de mağduruydular. 

“…Kuzu dünyanın her yerinde aynı sesle meler. Bülbül aynı ötüşle daldan dala konar. Köpek aynı havlamayla… Hayır, öyle değil işin aslı. Buralarda mahlûkat iki dilde, üç dilde konuşur. Hepsini bilirim… Ömrüm, hasretin her dilde anlamını öğrenmekle geçti.

Herkesin “karşıda” bıraktığı bir yakını vardı orada. Dayanılmaz bir özlemin pençesindeyken insanlar, hayatlarını yaşanabilir kılmanın bin bir yolunu, “karşı”daki kardeşe haber iletmenin de her çeşidini bulmuşlardı. Bunların yazılması gerekiyordu bence.

Asıl mektuplarımız, tarlada çalışırken sınırı hiçe sayan türkülerdi. Türküler, boşluğa atılan fakat gideceği yeri asla şaşırmayan mektuplarımızdı. Rüzgârın taşıdığı… Artık devran değişti. Haberleri rüzgâr getirmiyor.”

Artvin’e gide gele tuttuğum notlar yerli yerini buldu. Bir cümle kaldı başıboş. Şimdilik tek başına duruyor sayfalar arasında. Artvin şehir merkezinde bir parkta çay içerken manzaranın görkeminden etkilenip yazmıştım: “Karşısı, arkası, sağı, solu dağ; dağın başında bulut… Dağ buluta karışmış, bulut dağa… Burası Artvin, şehrin içi; her yere uzak, bir tek kendine yakın.” Beklesin bakalım, bir gün bir öykünün içinde kendine yer bulacaktır bu cümle.

Sınırların açıldığını, kardeşin kardeşe kavuştuğunu, akrabaların birbirine rahatlıkla gidip geldiğini göremeden kaç kişi gözü açık gitti bu dünyadan, kim bilir… Ben o gidenleri de kurgulayarak yazdım.

 “Halit ise benim yaşadıklarımı tersinden yaşıyor, biliyorum. Onun babaannesi de her şeyini, ‘herkesi’ni karşıda bırakıp bizim köyde kalmış. Çocuktuk ama görürdük… Ömrünün son günlerinde eyvanda saatlerce kıpırtısız oturup uzaklara bakar bakar ağlardı. Bazen sızılı bir türkü duyardık. O mu söylerdi;  yoksa biz mi uydurmuştuk?”

Özetle söylemek gerekirse, Saçları Deli Çoruh, kurda kuşa sökmeyen sınır çizgilerinin acımasız bir yasağa, sevdanın ise sınırı geçtikten sonra kedere dönüştüğü “karşı yaka”da hasret çeken insanların, acının sevincin, mutluluğun, düğün ve cenazenin, ayrılığın ve kavuşmanın iç içe geçtiği öyküler olarak çıktı ortaya. 

Bu öyküler toplamı, kitaplaşmadan önce henüz dosya halindeyken katıldığı iki öykü yarışmasında birincilik almıştı. Birgün Gazetesinin düzenlediği 2009 Reha Mağden Öykü Yarışması ve Çukurova Edebiyatçılar Derneğinin düzenlediği 2009 Orhan Kemal Öykü Yarışması birinciliği.

Sonuçların gazetede duyurulmasının ardından Reha Mağden Öykü Yarışması’nın altı kişilik seçici kurulunda yer aldığı belirtilen isimlerden dördüne yarışmaya katılan dosyaların gönderilmediğini ve dosyaları kimin ya da kimlerin değerlendirdiği konusunda edebiyat çevrelerinde soru işaretleri oluştuğunu öğrendim. Düştüm bir ormana yol belli değil hesabı, bütünüyle benim dışımda gelişen olayların tam ortasında kalmış, olan biteni anlamakta zorlanıyordum. Yarışmayı düzenleyenlerin günlerce konu hakkında herhangi bir açıklama yapmamaları, suspus olmaları üzerine, dosyamın değer görüldüğü birincilik ödülünü, edebiyata gölge düşürmemek adına (kişisel olarak da öykülerim ve ismim üzerinde herhangi bir şüpheye tahammülüm olmadığından)  geri çevirdim.  

Orhan Kemal Öykü Yarışmasında kazandığım birincilik ödülünün ise, yarışma sonuçlarının açıklanmasından tam kırk gün sonra ve ödül töreninin yapılmasından 12 gün sonra, tamamı dedikodulara dayanan ve kabul edilemeyecek birtakım anlamsız gerekçeler ileri sürülerek iptal edildiği duyuruldu. “Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu” diyerek de iptal edilebilirdi, daha inandırıcı olurdu. Topu topu iki haftalık zaman zarfında “Saçları Deli Çoruh” ile ilgili yaşadığım bu iki anlaşılmaz örnekten sonra yine de erdem saydığımız bütün değerlerin alt üst olduğu günümüzde, üzerimize karabulut gibi çöken sığlığın, kabalığın ve kirlenmenin edebiyatı ele geçirmeye gücü yetmeyeceğine inanırım hâlâ. Yarışmaların gerekli olduğunu düşünmekle birlikte yarışmayı düzenleyen kişi veya kurumların ciddiyetten uzak tutumlarını; “yarışmaya katılan ve kazanamayan diğer yarışmacıların uyarılarıyla” fikir değiştirdiklerini gördükten sonra hiçbir yarışmaya katılmama kararı aldım. Kişisel kazanç sayarım bu kararımı. 

Feyza Hepçilingirler o günlerde, 04.08.2011 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki’nde Saçları Deli Çoruh’tan şöyle söz etmişti: 

Kitaplar da insanlar gibi. Kimileri hak etmediği halde övülüp göklere çıkarılıyor; kimileri övgüyü hak ettiği halde görmezden geliniyor. Kevser Ruhi’nin “Saçları Deli Çoruh»u da ikincilerden… İlk öykü kitabı “Kehribar Kadınlar”ı çok beğenmiştim; bu ikincisini daha çok beğendim. Kitabın adı da çok güzel, bu addan söz edildi edilmesine; ama öykülerden dolayı değil, saçma sapan bir yarışma dedikodusuyla.

Kolayca söylenmiş gibi görünen anlatımlar en zorudur aslında. Bu zoru kolaylıkla başarıyor Kevser Ruhi. Kalabalıklar içinde yaşanan ve aslında hepimizin bildiği o yalnızlık duygusunu, “Yalnız olmak, yalın olmak değil, çok karmaşık bir sistemin parçası olup çok kalabalık bir yalnızlık içinde, kimseye dokunmadan yaşamak” diye ne çabuk, ne kolay anlatıyor. Gerektiği yerde, “Suyun her halini gördü burada, sevdi. Su yağmurdu. Yağmura doydu. Su ırmaktı. Aktı. Su aşktı. Şaştı. Ormanı gördü burada, ormanın en orman, en simsiyah halini gördü. Gene şaştı” diye ya da “Su yürüdü. Dağ inledi. Irmaklar çağladı. Gece sabaha ulandı. İki beyaz güvercin buldu ellerinde. Sevdi, okşadı, öptü, kokladı” diye, dilediği kadar hareketlendiriyor anlatımını; istediği yerde, “Hayat, vadinin bu tarafında, uzamış gitmiş sonra. Karşıda bıraktıklarını özleyerek, özlemin küçük bir noktada başlayıp ağır ağır ilerleyen ama ardında en çok yıkım bırakan ıslak çığ gibi içine akmasını kimseye belli etmeyerek’’ diye gerektiği kadar durağanlaştırıyor. Az çok bildiğimiz ya da bildiğimizi sandığımız; ama birinin çıkıp daha fazlasını anlatmasını beklediğimiz başka bir iklimden konuşuyor Kevser Ruhi; başka bir coğrafyadan: Gürcistan, Batum, Keda; Strasbourg, İstanbul ve en çok, ırmak gibi akan saçların benzediği deli Çoruh›tan…

Şimdi yeniden okurla buluşacak Saçları Deli Çoruh. Yalnız değil, başı dumanlı iki yüce dağ var yanında, iki şahane şiir kitabı… Borçka Belediyesi Kültür Yayınları serisinde Ruhan Odabaş’ın “Ben Artvin’im” ve Hasan Çelebi’nin “Cin Aynası” isimli kitaplarıyla el ele verip okur karşısına çıkacak Saçları Deli Çoruh.

Bir insan, kendi kitabı hakkında tanıtım yazısı yazar mıymış? Yazının sonunda itiraf edeyim, utana sıkıla da olsa, tarafsız kalmak zor da olsa yazarmış. Çünkü yazmak, yârin sevdası gibi vazgeçilmez şeydir.  Kul Nesimi’den cesaret alarak başlamıştım, ona yaslanarak bitireyim: “Nesimi’ye sorsalar kim, yârin ile hoş musan? Hoş olam ya olmayayım; o yâr benim kime ne?”

Son Gönderiler