Ana SayfaYayınKarçal DergisiProf. Dr. İbrahim Özden Kaboğlu İle Söyleşi: Artvin, “Sürdürülebilir Gelişme” Örneği Olmalı

Bunları da beğenebilirsin!

Prof. Dr. İbrahim Özden Kaboğlu İle Söyleşi: Artvin, “Sürdürülebilir Gelişme” Örneği Olmalı

Taner Gökdemir

 

Çalışma hayatınız ve eserleriniz geniş çevrelerce bilinmekte. Bu sebeple daha çok çocukluk ve gençlik yıllarınız ile ilgili başlamak isterim. Yani Demirciler Köyü Pançuret Mahallesinde başlayan yaşamınızdan.

Evet, Borçka’dan Hopa’ya giden yoldaki ilk köy olan Demirciler’in Pançuret şimdiki ismi ile Pancarlı Mahallesinde doğdum. Babam Borçka Özel İdare memuruydu ve sonradan amiri oldu. Özel İdare tarafından kendisine tahsis edilmiş lojman olduğu halde bazen köye gidip gelirdi. Beni okula yazdırmak için öğleden sonra köye gelmişti. 1957 yılının ağustosunun son ya da eylülünün ilk günleri, güneşli bir günde köydeki evimizden iki kilometre uzaklıktaki Düzhanlar’da olan İlkokula vardık. Başöğretmen ile birlikte diğer öğretmenler de ayağı kalktılar.  Öğretmenler henüz oturmadan babam, ilkokul sonrasını kastederek oğlumu okutacağım; benimle olan samimiyetinizden dolayı ona kesinlikle müsamaha göstermeyeceksiniz diyerek yaptığı ilk uyarıyı hatırlıyorum. İltimas ya da müsamaha sözcüğünü yedi yaşında orada öğrendim, bu suretle ailemin dışına ilk kez çıktım ve kamusal alandaki yaşamım başlamış oldu. Hem de baba tarafından ciddi bir uyarı ile… Babamın bir kamu görevlisi olarak çevresiyle kamusal yaşamdaki ilişkilerine ilk kez tanıklık etmiş oldum.

Henüz okula başlamadığınız yani ilk çocukluk diyebileceğimiz dönem ile ilgili hafızanızda kalan anılarınız varsa öğrenmek isterim.

Çeşitlilik gösteren ve yaşamımda derin izler bırakan anılarımın olduğunu söyleyemem. 1953-56 yılları arasında babam Hopa’da memurdu. Kış aylarında çok kar yağardı ve Borçka-Hopa yolunun zirvesi olan Cankurtaran geçidi genellikle kapalı olurdu. Bu nedenle babam eve sık sık gelemiyordu. Dolayısıyla ben ve kardeşlerim annemle baş başa kalıyorduk. Annem, kardeşlerimle yaptığımız yaramazlıkları hafifletmek ya da bizi sakinleştirmek için sık sık “bakın yaramazlık yapmayın Ruslar gelir” derdi. Bu ikaz sanırım İkinci Dünya Savaşı’nın tesirlerinin bu şekilde bir yansıması olarak karşımıza çıkmıştı. Çocukluk yıllarımla ilgili belleğimde kalan en canlı anı bu ve biraz önce bahsettiğim babamın beni öğretmenlere takdim etme tarzıydı. 

Ortaokulu Borçka’da okudunuz sanırım. O tarihlerde her gün köyden Borçka’ya gidip gelmek zor olmalıydı.

Borçka Ortaokuluna kaydoldum. Babam İl Özel İdare Müdürlüğünün tahsis etmiş olduğu lojmana aileyi taşımadı. Kendisine salon konumundaki bağımsız kullanımlı büyük odayı ayırarak yardımcısı Hacı Ali Uzuneminağaoğlu’na (önceki soyadı Gökdemir) verdi. Hafta içi genellikle orada kalıyordum. Hacı Ali Abi’nin küçük oğlu Erkan –daha sonra 12 Eylül döneminde Şavşat’ta öldürüldü- ve ağabeyi Casim ile arkadaşlığımız orada başladı. O zamanlar araç kısıtlıydı, hafta sonları köye gidiyordum ama yine hafta içi iyi havalarda yukarıdan Kostanet’ten geçen eski, virajlı yoldan bazen yalnız bazen de arkadaşlarla köye gidip geliyordum. 

Erkan abi ile yollarınızın bir yerde kesişmiş olması ilginç bir detay oldu. Açıkçası bilmiyordum ve çoğu kişinin de bundan haberdar olduğunu sanmıyorum. Bu konu için küçük bir parantez açabilir miyiz?

Hacı Ali Bey ile babam arasında çok yakın bir arkadaşlık vardı. Ailece de iletişimimiz ve dostça ilişkilerimiz güçlüydü. Ağabey diye hitap ettiğim Hacı Ali Bey, biliyorsunuz Otingo Vadisinde Balcı köyünden Gökdemir’ler ailesinden. 1974 yılında babam emekli olunca Hacı Ali Abi 7 Mart Gazetesinde, babamın 33 yıllık memurluk yaşamı üzerine güzel bir yazı yayımladı. Bir gün belki başka bir vesile ile o tarihlere de gideriz. 1976 yılında babamı kaybettik. 1980 darbesinde Hacı Ali abi de oğlu Erkan’ı kaybetti. En küçükleri olan Erkan çok canlı ve cevval bir çocuktu. Ben ortaokulda iken o ilkokuldaydı.  Erkan 12 Eylül’de katledildiği sırada ben doktora için Fransa’daydım. Hacı Ali Abi ile mektuplaşırdık ve ondan öğrenmiştim Erkan’ın Şavşat ormanlarında katledildiğini. O mektuplar belki de halen arşivimdedir. Erkan’ın acısı onu çok etkiledi; Erkan’dan sonra Hacı Ali abi ne yazık ki bir türlü eski haline dönemedi. Ailece Fethiye’ye taşındılar; orada da büyük oğlu Casim, faili meçhule kurban gitti.

Artvin dışına çıkışınız sanırım ilk kez lise eğitimi için oldu. 

1966 yılında Ortaokulu bitirinceye kadar Artvin il sınırları dışına çıkmadığım gibi gittiğim ilçe sayısı da pek sınırlı idi.

Bursa’ya yalnız mı gittiniz yoksa aileniz ile birlikte mi?

Bursa’ya, amcaoğlu Burhan ile birlikte gittik.  Bursa Atatürk Lisesi’ne kaydolduk.  İlk yıl 93 Harbi’nde Bursa’ya göçmüş olan akrabalarımız Kaboğlu’ların yanında kaldık. İkinci yıl yalnız devam ettim Kızılay öğrenci yurdunda ve son iki yılımda ise, sınavdan geçilerek girilen ve parasız olan vakıflar öğrenci yurdunda kaldım. Kuşkusuz, yaz tatillerinde mutlaka Borçka’ya ailemin yanına giderdim; ama şubat tatillerini de kaçırmazdım. Oldukça meşakkatli bir yolculuk sürerdi. Yalnız Ankara’dan Artvin’e 24 saat sürüyordu ki kış şartlarında çoğu kez yollarda kalırdık. Hatta bir sefer Giresun’da kar nedeniyle yollar kapandığı için gecelemek zorunda kaldığımızda, otelde sadece bir kişilik yer kalmıştı. İstanbul’dan aynı yönde seyahat eden bir genç ile ya birimiz dışarıda kalacaktık ya da bir şekilde yatağı paylaşacaktık. Tabii ki o soğukta dışarıda kalmayı göze alamadık ve yatağın bir ucunda o bir ucunda ben sırtımızı dönüp yattık. 

Üniversiteye geçiş süreci nasıl oldu?

Lisede ilk yılı kaybettim ancak daha sonra okulu ikincilikle bitirdim. Bunun büyük faydası oldu. Şöyle ki, üniversiteyi kazanamasan da dereceye girenlere ayrılan kontenjanlar oluyordu ve bu şekilde belirli fakültelere girilebiliyordu. Kuşkusuz bunlar arasında hukuk yoktu. Ayrıca bir yurtdışı seçeneği de vardı. Bu çerçevede, İsviçre’de Lozan Hukuk Fakültesine gidebileceğim belirtildi. Lise müdür yardımcısı Selçuk Bey, yolumun açık olduğunu söyledi. Ancak, Ankara’da üniversite sınavına girip Borçka’ya döndüğümde babam buna pek sıcak bakmadı ve “Oğlum artık bu kadar yeter, ben özlemine dayanamam” dedi. Ben de ısrarcı olmadım…

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazandım ve Ekim 1970’te kaydoldum. Böylece, ilk kez dört yıl önce Eylül 1966’da Bursa’ya giderken tanıdığım Ankara’da bu kez öğrenciliğim başlıyordu. İlk yıl, Emek mahallesinde amcamın kızı Müzeyyen abla ile aynı evi paylaştık. İkinci yıl Dikimevi’nde Atatürk Öğrenci Yurdunda kaldım. 12 Mart rejiminin en sıkıntılı dönemi idi. Üçüncü yıl, Tuzluçayır’da bir daire kiralayarak kardeşlerim Menfiye, Naci ve Kevser’i de yanıma aldım; onlar da ortaokul ve lise öğrenimlerini Ankara’da sürdürmeye başladılar. Daha sonra Kurtuluş mahallesine taşıdık. Annem de geliyordu zaman zaman; 1974’te emekli olunca babam da gelmeye başladı. 1973’te amcamı kaybedince geçirdiği ilk enfarktüs, ikincisi ile devam etti. Tedavisi için 1973 yazını İstanbul’da geçirdik. Halaoğlu Hilmi Ağabeylerin evinde kaldık. 1975 sonlarında Hacettepe Tıp’ta bir süre tedavi gördü. Tam iyileşti derken 1976 yılında bir akşamüstü üçüncü krizini geçirdi ve kucağımda vefat etti. Eğer İsviçre’ye gitmiş olsaydım bu süreçte onun yanında olamayacaktım, o zaman kendi kendime şöyle dedim; “iyi ki babamı dinleyip gitmedim”.  

Lisans, yüksek lisans Ankara Üniversitesinde, doktora ise Ankara ve Fransa’da olmalı. 

Evet şöyle oldu: kökenlerine bağlı biri olarak o kısım önemli. Lisans döneminde üç semineri başarıyla tamamlamak,  yüksek lisansa eşdeğer sayılıyordu ve doktora sınavına girme hakkını sağlıyordu. Hukuk ikinci sınıfta iken ilk semineri iktisat derslerinden yaptım. Konusu “Artvin İlinin Sosyo-Ekonomik Yapısı” idi. Dolayısıyla yüksek lisansımın ilk ayağı Artvin’dir. 1971-72 kışı yarıyıl tatili vesilesiyle Artvin’de babamın kamu yönetimindeki çevresi ve ilişkileri sayesinde üst düzey kamu görevlileriyle görüşerek ve onlardan aldığım verilerle seminer araştırmamı tamamladım. Babam, ilkokula giderken “torpil yapmayın” demişti ama yaklaşık 15 yıl sonra bir nevi onun torpilinden yararlanıp notlar, belgeler alarak çalışmamı bitirdim. Bu çalışma, özet olarak da olsa, Yeşil Artvin Dergisi’nde yayınlandı. Uzun olduğu için bir kısmı babam Hüseyin Avni Özden adıyla bir kısmı da benim adımla yayınlandı. 1974’te fakülteyi bitirince burs aldığım İçişleri Bakanlığında hemen çalışmaya başladım. Amacım akademik kariyer yapmak olduğu için maiyet memurluğu yerine merkezde görev yapmayı tercih ettim ve Şubat 1975’te doktora sınavını kazanarak fakültemde öğrencilik yaşamıma devam ettim. Nisan 1978’de AİTİA (sonradan Gazi Üniversitesi)’ya Anayasa Hukuku asistanı olarak atandım. Ankara Üniversitesinde doktora yeterlik sınavından sonra tez yazmaya başladığım sırada Fransa’ya gittim ve doktoramı orada tamamladım.

Güncel veriler ile yapmış olduğunuz çalışma o zamanki Artvin’i anlamak ve bilmek için önemli bir kaynak durumunda. 

Şu halde, 1971-72 öğretim yılına dönecek olursak; iktisat semineri Profesör Mahmut Koloğlu yönetiminde yürütülüyordu ve yanında Kıdemli Dr. Asistan Nahit Töre’nin de yer aldığı heyet önünde seminerimi sundum ve savundum. Sunuş sırasında doktora öğrencileri de bulunuyordu. Herkes beni ilgiyle dinledi. Sunuş sonrasında değerlendirme yapan Nahit Töre, beni destekleyerek “Ben Artvin’i de gördüm İsviçre’yi de gördüm; ama Artvin İsviçre’den daha güzel” dedi. Bu çalışma, bende daha ilerisini yapma isteği yarattı. Fakülteyi bitirince “Borçka İlçesinin İdari Yapısı” adlı ikinci çalışma ile devam ettim. Bu çalışma, İçişleri Bakanlığı yayını olan Türk İdari Tarihi Dergisi’nde yayınlandı. Hacı Ali abi eşliğinde Devskel köyünü ve Otingo vadisini tanıma fırsatı buldum. “Zorki” isimli Rus yapımı fotoğraf makinem ile vadinin hayli zengin doğal, kısmen tarihsel ve kültürel görüntülerini resmetmeye çalıştım. Ne var ki, babamla köydeki eve döndüğümüzde, akşam derenin karşısındaki yolda bıraktığım arabam, içinde fotoğraf makinesi ile birlikte çalındı. Daha sonra araç bulundu ancak fotoğraf makinesi yoktu. Bu nedenle bu çalışmamı fotoğraflar olmadığı halde sunmak durumunda kaldım. Dediğim gibi köklerine bağlı biri olarak ilk ciddi çalışmalarım doğduğum ve ilk gençlik yıllarımı geçirdiğim yere dairdi. Artvin hakkında daha sonra yine farklı çalışmalarım oldu ancak şunu söyleyebilirim ki akademik hayatımın ve çalışmalarımın mayası memleketim” olmuştur. 

Hocam sizin üniversitede bulunduğunuz yıllar muhtıralar, askeri müdahaleler ve darbelerin olduğu yani anayasanın, birey hak ve özgürlüklerin rafa kalktığı yıllar. Çalışmalarınızda bu iki konu üzerinde yoğunlaşmanızda ülkenin o zamanki durumunun etkisi oldu mu? 

Kısmen doğru ama küçük bir ekleme yapmalıyım. İki şey söz konusu; birincisi çevreye yönelme hatta anayasa hukuku öğretisini etkileyecek kadar çevreye yönelme. Muhtemeldir ki bunda kaynaklarımın yani Artvinli olmamın etkisi büyük. Diğerinde ise, yaşadığımız dönemin etkileri belirleyici. Çünkü biz altmışlı yılları göreceli olarak daha özgür bir ortamda yaşadık; ama yetmişli yıllarda özgürlükler genişleyecek diye düşünürken bir anda 12 Mart 1971 muhtırası, hukuk öğrenciliğimin ilk altı ayında, Türkiye’nin demokratik geleceğine dair en idealist olduğum döneme rastladı ve sıkıyönetim döneminde otoriter yönetim anlayışı baskın geldi. Eylül 1971’de Anayasa’da özgürlükleri kısıtlayıcı yönde değişiklikler yapıldı. İşte bu dönem, Anayasa ve özgürlükler hukukuna yönelmemde belirleyici oldu.  

Hocam sizi tanımamız açısından kıymetli bilgiler verdiniz. Söyleşiye Artvin odaklı devam etmek istiyorum. Nahit Bey’in 1971’deki  “Artvin İsviçre’den Daha Güzel” söyleminin üzerinden elli bir yıl geçti. Bu süreçteki değişimi nasıl gözlemliyorsunuz.

20. yüzyılda Artvin’in otantik yapısı ve muhteşem bir doğal görünümü vardı. Ancak özellikle 2000’li yıllarda barajlar yapılmaya başlandığında Artvin için olumsuz anlamda milat oldu. Barajlar aslında Profesör İlhan Avcı’nın söylediği gibi ölçüyü hayli kaçırdı. Kuşkusuz getirisi var ancak Artvin için götürüsü ne yazık ki daha fazla oldu. Bu kadar büyük bir yıkıma, coğrafi ve iklim değişikliğine kadar giden bir müdahaleye bence gerek yoktu. Bu açıdan doğa ile uyum ölçüsü maalesef kaçtı ve Artvin bugün bunun sıkıntılarını yaşıyor. Artvin’i barajlar öncesi ve barajlar sonrası olarak değerlendirmek isabetli olacaktır. Son 50 yıla bakıp değerlendirdiğimde Artvin’in doğal yapısına en büyük zarar veren faaliyetler, 20 yıl öncesinde yapımına başlayan HES’ler oldu.

Müsaadenizle küçük bir ekleme yapmak isterim; güncel bilgilere göre Artvin’de yapımı tamamlanan ki bunların 4’ü büyük barajlar olmak üzere 32 HES var. Ne yazık ki 24 tane de yapım aşamasında ya da yapılması planlanan HES projesi var. Bu bir kent için çok fazla bir yük değil mi? 

Gerçekten çok fazla ve Artvin coğrafyasının bu yükü kaldıramadığı açıkça görünüyor. HES Artvin için ölüm demektir. Tıpkı Cerattepe’de olduğu gibi HES’lere karşı da kitlesel ve sürekli yoğun bir mücadele verilmelidir. HES’leri onarılması mümkün olmayan zararlar veren doğal bir yıkım olarak görmeliyiz ve artık yapılmalarına engel olmalıyız. Eğer bunu yapamaz isek o can suyu denen maske kavramı ortadan kalkar ve ortada can kalmaz. Örneğin benim yüzmeyi öğrendiğim Çhala Deresi yok artık, Otingo-Devskel Deresi ve onlarcası artık yok. Biz yaşarken onlar ölecekler ve onlar öldükten sonra da artık yaşam bitecek orada. Bu çok ciddi bir konudur. Gölet yaratarak ‘köyümden, evimden baktığımda ne güzel bir manzara ortaya çıktı’ demek kendi kendini aldatmaktır. Asıl olan, doğal yapının derelerin varlığıdır. Çünkü derelerin varlığı ekosistem dengesi, ekosistemin varlığı insanın da varlığı demektir. Yaşamı, “Flora-Fauna-Homo Sapiens”  bütününde düşünmek zorundayız.

Ardanuç HES yapılmayan tek ilçemiz. Bunda yerel halk, muhtarlar ve belediyenin kolektif mücadelesinin payı büyük. Bunun başarılabilir olması açısından önemli görüyorum. 

Ardanuçluları kutluyorum. Keşke hemşerilerim Borçkalılar da öyle olabilseydi ve tabii ki diğer ilçeler de… Ardanuç’u örnek alsınlar. En azından bundan sonra yapılması planlanan HES’ler bu sayede engellenebilir.

TEMA Vakfı’nın verilerine göre Artvin’de 521 parça alana maden ruhsatı verilmiş. Bu miktar Artvin’in yüz ölçümünün %71’i demek oluyor. 

Maden aramalarının artması oraların eşelenmesi, kazılması sürdürülebilir çevresel faaliyetler değil. Daha önceleri de vardı madencilik faaliyetleri; fakat daha çok Murgul ile sınırlı kalmakta idi. Ancak bugün görüyoruz ki Artvin’in her yerinde yürütülmeye çalışılıyor. Tamamen kısa vadeli çıkarlar amacıyla Artvin feda edilemez, edilmemeli. Bize altının getirilerini pompalamak için kuşe kâğıtlara basılı tanıtım broşür ve kitapları ile zaman geçirmesinler. Halkımız kendi doğasına sahip çıkmak durumundadır. Bu bizim ödevimizdir. 

Bir diğer temel sorun ise ağaç kesimi ve ormanların yok edilmesi. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?

Hatırlatmanız iyi oldu. Orman sorunu daha önce de vardı ancak, ormanlar asla bu şekilde katledilmiyordu. Ormanlar kişinin ihtiyacı olduğu zaman orman işletmesinden alınan resmi izinlerle ve ihtiyaç ölçüsünde kullanılıyordu. Şimdi baktığımız zaman bizim Çhala Vadisi, Otingo, Macahel, Hatila vadileri ve Şavşat’ta, duyumlarıma göre Artvin’in bütün ormanlarında çok fazla orman kıyımı var. Bu faaliyetler, aslında Anayasa Madde 169’a göre, “orman suçu” oluşturuyor.  Orman işletmeleri, varlık nedeni olan ormanın bekçiliğinden çok, ormanın koruyuculuğunu yapmaktan çok ormandan ürün almak isteyen müteahhitlerin koruyuculuğuna dönüşmemeliydi;  ne yazık ki dönüştü, öyle görünüyor. Mutlaka bunu Mecliste, çevre platformlarında dile getirmeli ve bu kıyıma dur demeliyiz. 

Artvin’in “çevre” özelinde temel problemleri üzerinde durduk ve muhakkak halen bir şeyler yapılabilir. Önerileriniz nelerdir?

Belediye başkanlarımıza barajlardan sonra yeni bir bakış açısı geliştirmemiz gerektiği önerisinde bulundum. Bugüne kadar yapılanları bir olgu olarak alalım ancak bundan sonra bunun sakıncalarını nasıl azaltabiliriz, onun üzerinde çalışmamız gerekir. Artvin’de çok disiplinli anlayış temelinde bir enstitü kurabiliriz diye belirtmiştim. Barajların getirdiği sakıncaları en aza indirebilmek amacıyla bilimsel çalışmalar yapılabilecek ve çözümler üretebilecek bir enstitü. Öte yandan, daha çok örgütlenmeliyiz ve daha çok dayanışma ve eylem halinde olmalıyız. Yani ulusal ölçekte daha çok sesimizi duyurmalıyız. Ben Yeşil Artvin Derneğine üye isem bu yetmez, çevremde olan insanları da oraya üye yapmalıyım ve birlikte hareket etmeliyiz. Cerattepe örneğinde olduğu gibi; Anayasa Mahkemesine götürdük ve orda durmayacağız; İnsan Hakları Avrupa Mahkemesine de götürerek çevre sorununu sürekli kamuya mal edeceğiz. Bu gidişatı bir şekilde durdurmalı, hatta tersine çevirmeliyiz. Bu bizim hem gelecek kuşaklara hem de ülkemize karşı görevimizdir. 

Hocam çok teşekkür ediyorum. Son olarak eklemek veyahut da belirtmek istediğiniz şeyler varsa lütfen buyurun.

Artvinliler, üzerinde konuştuğumuz üç temel sorun üstünde düşünmek ve çözüm için çalışmak, üretmek durumundadırlar. Özellikle HES’ler konusu hakkında, HES’leri tamamen reddetmeliyiz. Barajlar yapıldı onları geriye döndürmek olanaksız; ancak söylediğim gibi orada henüz akmakta olan dereler üzerinde kesinlikle yeni HES’ler yapılmamalı, buna asla müsaade etmemeliyiz. Tarihimize, kültürümüze ve coğrafyamıza sahip çıkmalıyız. Hangi siyasal partiden olursa olsun bu sorunları her şeyin üstünde tutmaları için söylüyorum.  Yalnızca Artvin’de yaşayanlar değil sizin gibi benim gibi Artvin dışında yaşayıp kalbi Artvin için atanlar, bir tür “Artvinli” kavramının içini doldurmak amacıyla, herhangi bir şekilde bu mücadelenin içinde yer almalı. Artvin’in özgünlüklerini ortaya çıkarıp onları korumak ve geliştirmek gerekiyor. Örneğin Otingo’nun balı, Şavşat’ın bitki örtüsü veya İçkale (Çhala) vadisinin demir elması ya da tarihi yapılar ve kalıntıları Karçal Dergisi’nde yaptığınız gibi önce Artvin’in tarihi coğrafi ve kültürel bilançosunu veya envanterini çıkartıp onu ön planda tutmalıyız. Artvin’in kurtuluşu ve ileri gitmesi, doğayla uyumlu bu tür tasarımlar ile olacaktır. Bunları yaparsak Artvin ile ilgili ciddi çalışmalar gerçekleştirmiş oluruz. Artvinlilik ancak bu şekilde karşılığını bulur; aksi takdirde elli yıl önceki haliyle gurur duyulan nostaljik bir söylemin ilerisine geçemez.

Son Gönderiler