Ana SayfaYayınKarçal DergisiYusufeli Hargüver’deki Han

Bunları da beğenebilirsin!

Yusufeli Hargüver’deki Han

Erdal Sürmeli

 

Han. Han dediysek öyle koca koca tüccarların, sultanların, hanların hanı değil bizimkisi. Kendi halinde sessiz, sakin, ağırbaşlı, sıcakkanlı, misafirperver kimliğiyle mütevazı bir tarih tanığıdır bu han. Tortum ve Çoruh adındaki iki kardeş vadinin arasında, onları ayıran zalim bir bekçi gibi dikilmiş uzun boylu, çatık kaşlı, taş vicdanlı Mescit Dağları’nın orta yerinde, hasret eriten, kavuşmalara yardım ve yataklık eden, rakipsiz geçidin bitimindeki Hargüver’in hemen yanı başında yer alıyordu. Çam ormanlarıyla süslü, irili ufaklı tepelerin arasında kalan, yazları bin bir tonlu çiçeklerin bezediği, kışları bembeyaz karların bir gelin gibi sarıp sarmaladığı bu yer; yıllara meydan okuyan on bir odası, kileri, hamamı, ahırı, samanlığı ve odunluğuyla dimdik ayaktaydı. Rivayetlere göre en az yüz yaşındaydı ve Ermeni ustalar tarafından yapılmıştı. Han, kendisine en yakın köy olan Üngizek ve Ersis’e eşit mesafede olduğundan gerek Artvin gerekse de Erzurum tarafından gelen kafileler bu sarp coğrafyada, handa konaklamak zorunda kalırdı. Bu yüzden çevre köylerin, gurbetten gelen ve gurbete gidenlerin anıları, kokuları sinmişti hana. Yüz yıllık konaklama evi, yaz kış tüten bacasıyla kervanlara yol gösteren deniz feneri,  kervancıları misafir etmesiyle onlara şefkatli bir ana kucağı olmuştu yıllarca. Hanın elli yıllık sahibi Karamuti’ydi.  Asıl adı İlhan olmasına karşın yörede Karamuti olarak nam salmıştı. Altmış beş yaşında, orta boylu, geniş omuzlu, yakışıklı biriydi Karamuti. Denebilir ki dağların sertliği, dayanıklılığı ona sirayet etmişti. Her daim soğukkanlılığını korurdu. İnsanlara yardım etmekten keyif alırdı. Askerliği dışında bütün yaşamı bu han ve çevresinde geçmişti. Aile yadigârı olan bu han, ona babasından miras kalmıştı. Karamuti,  elli yıldır büyük bir şevkle ve heyecanla hanın bakımını yapmış, hanı işletmiş, handa konaklayan kafilelere hizmet etmişti. Öyle ki Üngizek, Ersis, Peterek, Kirvans, Hodorçor ve civar köylerde hem han hem de Karamuti’nin namı almış yürümüştü. Her köyden mutlaka bir kişinin yolu bu fakirhaneye düşmüş ve bu zorlu yolda anlatacak hikâyesi olmuştu.

Hargüver’in karla bezendiği soğuk bir kasım sabahı handakiler uyanmış,  hanın günlük işleri başlamıştı.  Karamuti de hanın odalarını teker teker kontrol ederek sobaların yandığından emin oldu. Mutfağa gitti daha sonra yemeklerin yapılıp yapılmadığına, bir eksik olup olmadığına baktı. En son odun yığınlarına geçti, odunların da yakılacak hale getirildiğini gördü. İçten içe rahatladı, elini ceketinin iç cebine götürdü, tütün kesesini açarak özenle bir dal sardı. Yaktığı tütünün dumanı helezonlar yaparak yükselirken kafasını kapının olduğu yere çevirdi. Havaya baktı:

“Hava ayam, açık.” diye seslendi Hafız’a. “Üngizek tarafından galan kafile birkaç saate kalmaz buraya galurlar.” Hafız, sessizce başını önüne eğdi ve onayladı Karamuti’yi. “Bu mevsimde Hargüver’in yol verdiği az gorulur. Kafileler şanslı bu gunlarda.”

Yusufeli/Çorgans

Aradan birkaç saat geçmişti ki hava hızla soğumaya başladı. İkindiye doğru bulutlar gökyüzünde hızla kümelenmeye başladı. Cılız olan güneş gözden kayboldu. Sonra rüzgârdı, fırtınaydı, tipiydi, ayazdı derken bir kıyamettir koptu Hargüver’in başında. Bu durum Karamuti’yi oldukça telaşlandırdı. İçini bir sıkıntı kapladı. Homurdanmaya başladı, tütün üstüne tütün yaktı, hanın odalarını turladı, dışarı çıktı, bir türlü yerinde duramıyordu.  Gözü Hargüver’den gelecek kafiledeydi. İki eliyle gözlerini siper ederek tipinin içinden her an çıkıp gelecek olan kafileyi arıyordu ama nafile. Gittikçe eriyen umut içindeki karamsarlığı besliyordu. Akşam karanlığı da yavaş yavaş çökmeye başlayınca Karamuti daha fazla dayanamadı. Doğruca odasına giderek içliklerini giyindi, boğazını sıkı sıkıya sardı. Yün hırkasının üzerine kalın sakosunu aldı, şapkasını iyice kafasına oturttu, gözleri dışında her yerini sardı sarmaladı. Tüfek, halat ve baltasını alarak handan sessizce dışarı çıktı, kafilenin gelecek olduğu Hargüver tarafına yola koyuldu. Tipi içinde zorlukla ilerliyordu. Handan bir, bir buçuk kilometre uzaklaşmıştı ki karşıdan belli belirsiz sesler duydu önce bir zaman sonra da karartılar gördü. Soluk soluğa kalmasına rağmen hızlandı ve var gücüyle bağırdı.

“Loo, kim var orada? Ses verun! Ses versaza!” Karamuti İlhan istediği yanıtı alamadığı için huysuzlandı, iki elini ağzına götürerek bu kez daha güçlü bağırdı. Tipide, rüzgârın hışırtıları içinde zar zor duyulan bir cevap geldi Karamuti İlhan’a. “Ulaaa, yardım edun! Kimsuz, kim var orada, yetuşun!”

Hızlandı Karamuti İlhan. Bir zaman sonra bembeyaz karın altında buz kesmiş katır, at ve eşekleri gördü önce daha sonra da perişan haldeki yedi adamı. “Dağ kopti.” dedi kafilenin en önündeki adam. “Tipida yolumuzu kaybetmemek için çok uğraş verduğ, zirveyi geçarkan dağ kopti, çığ geldi, canımızı zor kurtarduğ.”Karamuti, kafilenin önüne geçerek hana sağ salim ulaştırdı canları. Yük hayvanları sıcak ahırlara çekildi hemen ve hayvanların bakımları özenle yapıldı. Kafiledeki yedi adam da çarçabuk hanın sıcak odalarına alındı. Kısa bir süre ısınıp kendilerine gelince kafiledeki adamlardan biri söze başladı.

“Üngizek’ten yola sabah erkendan çıktık. Günlük güneşlikti hava. Bir sorun yoktu, güle oynaya, rahat rahat galeduğ. Zirveye yaklaştıkça hava bozmaya başladi. Bi an geriya mi dönsek diye duşunduğ ama yolu yarilamıştuğ. Hızlanarak devam ettik tirmanmaya. Zirveye varmamıza ramak kalmışti gok patladi. Önce rüzgâr çıkti, sonra kar yağışı başladi. Kar daha sonra tipiya döndü. Zor bela zirveya varduğ. Hargüver’den iniş rahat olur diye düşünüyoduğ. Derken Hargüver’in zirvesindan sanki dağ kopti, çığ geldiğini gorduğ. Hepimiz bi yana savruldi panik içinda. Biz canımızı kurtarduğ ama bir arkadaşumuz çığ altinda kaldi,” dedi. “Oni kurtarmaya çalıştuğ ama boğazina kadar çığın altındaydi. Tipidan de yanina yanaşamaduğ, yardım edemeduğ kısaca. Ne olur, gidun kurtarın arkadaşımuzi!”

Karamuti çığın geldiği yeri, çığzedenin yerini bir daha sordu kafiledeki canlara. Bu mevsimde, tipide çığın altında kalmış birine yardıma kimle gidecekti; zor, çok zor bir işti. Pisangilin Yusuf’u gözleri aradı, göremeyince yerini sordu, çabucak yanına gitti. Pisangilin Yusuf handa çalışan yedi kişiden biriydi. Ersis köyündendi. Yusuf’un sülalesi köyünde  “kedi ailesi” anlamına gelen “ Pisangil” diye anılırdı.  Güçlü kuvvetli, mert, biraz da başına buyruk ama sonuna kadar sözüne özüne güvenilir biriydi.  Birkaç ay önce Pisangilin Yusuf’un köyünde yanıkara hastalığı baş göstermiş, bu hastalıktan Yusuf’un babasının ahırı da payına düşeni almıştı. Yusuf’un elinde büyüttüğü, babası Sabri Ağa’nın çifte koştuğu öküzlerden Delibey telef olmuştu. Pisangilin Yusuf, bu haberi alınca çocuk gibi ağlamış, köye gitmek için izin istemişti. Karamuti de işlerin yoğunluğundan izni vermeyince aralarına dargınlık girmişti.

Aralarında dargınlık vardı ama bir can söz konusuydu ve böyle zor bir iş için başka biriyle gitmeyi de göze alamıyordu Karamuti. Yusuf da olanları duymuştu. Kafileyi hana girerken görmüş, bir kişinin çığ altında kaldığını hararetli konuşmalar altında işitmişti. Karamuti,  Yusuf’a dönerek “Küsluğun zamani değil Yusuf. Ortada bir can var, beraber gidağ ve çığzedeyi kurtarağ,” dedi. Pisangilin Yusuf bir an duraladı, yutkundu ama bir şey söyleyemedi. Uzun sürmedi durağanlığı. Ne de olsa Hargüver’de bu işin altından kalkabilecek çok fazla insan yoktu. Sonra bu güç iş güvenilecek kişilerle başarılabilecek bir durumdu. Ne kadar dargın olsalar da Karamuti ve Pisangilin Yusuf birlikte bu işi başarırdı. Her ikisi Hargüver’i çok iyi bildikleri gibi güçlü, kuvvetli, yiğit insanlardı. Yıllar boyu tuttuklarını koparmış,  nice insanı çığdan, yaban hayvanların elinden almalarıyla tanınmışlardı.

Kafasıyla tamam anlamında onaylayıp hızla doğruldu Pisangilin Yusuf. Hızlı adımlarla kaldığı odaya seğirtti. Odada tıpkı arkadaşı gibi önce yün içliklerini giydi,  sonra üzerine de kazağını ve ceketini. Papağını özenle kafasına, kar yemenilerini ayaklarına geçirdi. Ceplerine bolca şeker koydu, baltasını ve battaniyeleri yanına aldı, halatı omzuna attı. Beş dakika sonra hazır bir durumda odadan çıktı. Hanın avlusunda Karamuti kendisini bekliyordu. Her ikisi de kuşanmışlardı, son bir kez hazırlıklarını gözden geçirip hemen yola koyuldular. Göz gözü görmeyen tipide mümkün olduğu kadar hızla yol almaya çalışıyorlardı. Bir can vardı kurtarmak için ve bu iş için zamanla yarışmak zorundaydılar. Her ikisi de güçlü kuvvetli olmalarının yanı sıra Hargüver’i de adım adım bilmekteydiler. Hargüver’e, bu topraklara, elli yılını vermişti bu iki yiğit adam. Birlikte bu dağlarda yollarda kalan nice insana yol göstermiş, onlara can vermiştiler. Araziyi çok iyi bilmelerine, dayanaklı insanlar olmalarına rağmen tipi onları çok yavaşlatmıştı. Göz gözü görmeyen bir havada ilerlemek çok zor olmuştu. Sonunda çığın geldiği yeri gördüler. Adımlarını hızlandırdılar ve var güçleriyle çığzedeye bağırdılar. Ses gelmeyince önce durakladılar. Uzun bir uğraştan sonra karlar içinde kalan adamı gördüler, zorlukla yanına vardılar. Çığzedenin sadece başı dışardaydı ve adam bilincini kaybetmiş, can çekişmekteydi. Karamuti ile Pisangilin Yusuf hızlıca adamı çığın altından çıkardılar. Donmak üzere olan yaralı adamı karla ovdular uzun uzun, sonra battaniyeye sıkıca sarıp yola çıkardılar. Her ikisi de çok yorulmuştu, göz gözü görmeyen tipide bir zaman kurtardıkları kişiyi tuta sürükleye götürmeye çalıştılar. Baktılar ki tıkandılar, kazazedeyi taşıyacak takat kalmamış, hemen çam dallarından iğreti bir sal yapıp bitkinlikten tükenmiş yaralıyı bu salın üzerine yatırdılar. Çeke sürükleye, bin bir zorlukla ilerlemeye başladılar. Yanlarına aldıkları şekerleri hem kendileri yedi hem de kendinde olmayan adamın ağzına zorla vererek kan ter içinde sonunda hana ulaştılar. 

Yusufeli/Çevreli Köyü, Göcek Köprü Başı, Gobol’un Yeri

Hanın kapısında onları kalabalık bir grup karşıladı. Kapıda çığzedeyi tekrar uzun uzun karla ovdular, sonra adamın elbiselerini çıkardılar ve adamı en sonra götürüp at gübresinin içine gömdüler. Kendileri de kütür kütür yanan sobanın yanında ısınıp ıslanmış elbiselerini değiştirmeye gittiler. Üzerlerini değiştirdiler, bir zaman dinlenip sıcak yemekler yiyip kendilerine gelince çığzedeyi gömdükleri gübreliğe gittiler. Çığzede epeyce kendine gelmişti, onu at gübresinin içinden çıkarıp sıcak odalardan birine aldılar. Daha sonra hamama götürüp tertemiz bir banyo yapmasını sağladılar, oradan da hanın sıcak odalarından birinde yatırıp kendi odalarına çekildiler. 

Ertesi gün öğleye doğru uyanan çığzede kendisini kurtaran Karamuti ile Pisangilin Yusuf’u görmek istedi. Haber ettiler kurtarıcılara, Pisangilin Yusuf ve Karamuti çığzedenin kaldığı odaya gittiler. Elli yaşlarında, yüzü kar yanığı, daha dün yaşadığı korkuyu üzerinden atamamış bir çift gözün beklediğini gördüler. Tanıştılar, çığzede adının Yaşar olduğunu söyledi. Yakın köylerden Kirvanslı imiş, beş yıllık gurbetten sonra köyüne dönermiş. Kirvans’ta babası amansız bir hastalığa tutulmuş, elde avuçta ne varsa babasının sağlığına harcadığı için bir anda varsıllıktan yoksulluğa düşmüşler. Bu yüzden gurbete çıkmış, Erzurum ve Van’da amelelik yapmış, kazma kürek ne kadar ağır iş varsa kaçınmamış, çalışmış para biriktirmiş.  Dönüşte de bu talihsiz olay başına gelmiş. Kirvanslı Yaşar, kurtarıcılarına uzun uzadıya teşekkür ve dualar etti. Bir ara elbiselerini sordu, mümkünse elbiselerini almak istediğini söyledi. Karamuti haber saldı, üç beş dakika içinde Kirvanslı Yaşar’ın elbiselerini getirip verdiler. Yaşar, mintanının içine gizlediği para kesesini açtı, para kesesinin içindeki bütün parayı aldı, Karamuti İlhan’a uzatıp “ Burada beş yıldur biriktirduğum altı bin lira var, bu parayla Kirvans’ta tarla ve mal alıp evimi onaracağdum. Ancak siza da bir can borcum var. Bu para sizun, helali hoş olsun, hakkınuzdur. Canımın karşılığıdır, hakkınızı helal edun para sizundur,” dedi. Pisangilin Yusuf merakla yüzünü Karamuti ’ye çevirip baktı. Ayda elli lira kazandığını düşününce gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Bu parayla neler neler yapılmazdı ki! Karamuti’yle aralarındaki dargınlık bittiğine göre köyüne, Ersis’e gidip baba ocağını şenlendirmeyi hayal etti bir an, çünkü uzun bir süredir görmemişti anne babasını. Sonra köyü vuran yanıkara (şap) hastalığından telef olan Delibey usuna geldi. Ne çok emek vermişti evin emektarına, kaç yıl çifte koşmuşlardı Delibey’i. İçi iki kere acıyla burkuldu, hem Delibey’e üzüldü hem de babasının ahırında bir çift öküz olmamasına… Zira ahırınızda bir çift öküzün olmaması demek sürülemeyen tarla ve de açlık, yoksulluk demekti. Ersis’te bu parayla en besilisinden, en güçlüsünden bir öküz aldığı gözlerinin önüne geldi. Delibey’in yerini tutmasa da anne babasının da mutluluğu… İçi kıpır kıpır oldu, yüzünde tatlı bir gülümse oluştu. Sonra duraladı, bir gurbetçinin beş yıllık parasını, hayallerini, geleceğini almak onuruna dokunmuştu. Karamuti’nin ne diyeceğini merakla beklemeye başladı.

Karamuti bir iki dakika düşündü. Tomar halinde eline sıkıştırılan paraya dalgın dalgın baktı. Sonra gözleri ışıldadı, gözlerinin aydınlığı bir karara vardığını gösteriyordu. Para tomarından birer yüzlük çıkardı, birini Pisangilin Yusuf’a verdi, birini kendi cebine sıkıştırdı. Geri kalan parayı, para kesesinin içine koyarak Kirvanslı Yaşar’a geri uzattı.

“Bir gurbetçinun beş yıllık emeğini almak ne bana ne de Yusuf’a yahışır,” dedi. “Bu yüzlükleri de gönlün olsun diya aleroğ,bu yetar biza. San paranla koyuna don, bahsettuğun işlari yap.” Kirvanslı Yaşar, Karamuti ve Pisangilin Yusuf kucaklaştılar önce sonra helalleştiler ve uzun uzun sohbet etiler. Bir sonraki gün hava düzelince kafile Ersis yönüne yola çıktı. Kirvanslı Yaşar da kafileyle birlikte köyüne döndü. İlhan’la Yusuf da günlük işlerine devam ettiler, zaman geçtikçe bu olay da vadesi dolmuş diğer olaylar gibi yerini yeni maceralara bırakarak unutulup gitti. Aradan altı yedi ay geçmişti, bahar mevsimi yerini yaza bırakmıştı. Çam ve kekik kokularının birbirine karışarak insanları mest ettiği bir günün akşamında Hargüver’deki hana Üngizek üzerinden Erzurum tarafına gitmek üzere yeni bir kafile geldi. Kafile hana yerleştikten sonra kafiledeki bir adam yana yakıla Karamuti İlhan’la Pisangilin Yusuf’u sordu soruşturdu ve buldu sonunda. Kirvanslı olduğunu söyledi, Kirvanslı Yaşar’dan armağan ve selam getirmişti. Yaşar; Karamuti, Pisangilin Yusuf ve handakilere tereyağından kavurmaya, çepikten küleğe ne varsa dağarcığa doldurmuş, “Bunlar kardeşlerime hediye.” diye göndermişti. Hediyeler arasında en çok dikkat çeken, minnet duygusunu ve vefayı canlı tutan kışlık yün çoraplar, eldivenler, papaklar,  içliklerdi. Kirvanslı Yaşar bu arada köyde evini onarmış, tarla ve hayvan almış, düzeni yerindeymiş. Eşi, çocukları ve babasıyla mutlu bir biçimde yaşayıp gidiyorlarmış. Söyle, demiş. Karamuti ile Pisangilin Yusuf’un Kirvans’ta bir evleri ve bir de kardeşleri varmış. İstedikleri zaman buyursun gelsinler, Kirvans’ta misafirim olsunlar, başımın üstünde yerleri hazır. Hüzünlendiler, yüzlerinde bir tebessüm oluştu belli belirsiz. Bir zaman sonra ayağa kalkıp vedalaştılar, ayrı yönlere giderken Karamuti İlhan’ın dudaklarından bir türkünün döküldüğü duyuldu.  “Ahdine vefa etmeyen / Cana da yazıklar olsun / Damara kan iletmeyen / Huna da yazıklar olsun. / Dertli Divani ölmesem / Gidip de geri dönmesem /Eğer gerçeği bilmezsem /  Bana da yazıklar olsun.” Türküyle birlikte de anılar, hüzünler, sevinçler, yaşanmışlıklar akşam karanlığının çöktüğü Hargüver’deki han ile iki kardeş vadiyi hem birbirinden ayıran hem de bel vererek onları birbirine kavuşturan Hargüver’in çam ve kekik kokulu tepelerine sindi.

Son Gönderiler